OKUNASI YAZILAR

KAVAK AĞACI

Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve günesin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya gelmiş.

Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: “Sen kaç ayda bu hale geldin agaç?” “10 yılda” demiş kavak “10 yılda mı?” diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak “Ben neredeyse 2 ayda seninle aynı boya geldim bak!” “Dogru” demiş agaç “doğru”…

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak önce üsümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormus endişeyle kavağa: “Neler oluyor bana agaç?” “Ölüyorsun” demiş kavak “Niçin?” “Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için”




iki fincan kahve

Bir gün bir Felsefe profesörü, elinde birkaç kutu
olduğu halde derse gelir.

Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir
mayonez kavanozunu alır

Ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve > >öğrencilere
kavanozun dolup dolmadığını sorar;
Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler,

Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı
çakıl taşlarını,
çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak,
tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur

Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar,
onlar da ‘evet’ doldu derler,

Profesör bu defa masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır
ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.

Tabii Ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları
doldurur.

Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar,
Öğrenciler de koro halinde ‘evet’ derler.

Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan
kahveyi alır ve kavanoza boşaltır,

Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.
Öğrenciler gülerler! Profesör öğrencilerin gülüşünü
destekleyerek ‘eveet’
Diyerek; Ben ‘Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini
ifade etmeyeçalıştım ‘ Der.

Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir;
aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan
şeylerdir.
Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve
hayatınızı doldurur.

O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir;
eviniz, arabanız vs.
Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.

‘Şayet Kavanoza önce kum doldurursanız…’ diye, anlatmaya
devam eder,
‘çakıl taşlarına Ve özellikle de tenis toplarına (yeterli)
yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve
enerjinizi ufaktefek şeylere harcar,

İsraf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. .

Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın. Sağlığınıza dikkat edin.

Sevdiğinizle yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını
karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur.

Bu Ara Bir öğrenci sorar; ‘Peki, O iki fincan kahve nedir?’
Profesör gülerek: ‘Bu soruyu bekliyordum,

Hayatınız ne Kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız
ve sevdiklerinizle bir fincan Kahve içecek kadar yer vardır !!!



ÖLÜMSÜZ KIRMIZI GÜLLER

Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla
adaştı da. Rose… Gül… Kocasının sevgili Rose’u… Her yıl
Sevgililer Günü’nü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla
süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan.
Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına
bırakılmıştı..Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte..
Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı:
“Seni, geçen sene bugünkünden, daha çok seviyorum…”
Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü.. Önceden
ısmarlanmış olmalıydı.. Öleceğini nasıl bilebilirdi?..
Zaten her seyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi,
yumurta kapıya gelmeden…

Gülleri özenle içeri taşıdı..saplarını kesti, vazoya yerleştirdi..
Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen
fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda
oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce.. Bitmek
bilmeyen bir yıl geçti.. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl..
Sonra bir sabah kapı çalındı.. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi..
Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi..
Sevgililer Günü’nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık
içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı…
Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı ?

“Biliyorum” dedi, çiçekçi.. ” Eşinizi geçen yıl kaybettiniz..
Telefon edeceğinizi de biliyordum.. Bugün size yolladığım gülleri
çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemisti.. Hep öyle
yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var.
Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı,
kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum..
Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart…”
Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı.
Parmakları titreyerek zarfı açtı..

” Merhaba gülüm” diye başlıyordu, kart.. ” Bir yıldır ayrıyız.
Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığınıı ve acılarını
hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim
kimbilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor.
Seni kelimelerle anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika
bir eştin dostum, sevgilim benim… Sadece bir yıldır ayrıyız.
Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum.
Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak.
Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve
kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.. Her zaman da
seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin… Lütfen..
Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil,
biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim….

Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam
edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak,
eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra
emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip
seninle yeniden ve ebediyyen kavuştuğumuz yere bırakacak..
SENİ SEVİYORUM GÜLÜM…”



YAŞAM NEDİR ?

Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte,
Yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden…
Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda yıldızlarla konuşan…
Mutluydum rüzgarla birlikte maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken,
Mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken…

Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları yeryüzünde…
Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin peşinde…
Bazen bir kuşun kanadına karışır, uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte.

Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana…
Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak.
Ama yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları
daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında…
Sığınırken bir kaya kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce…

Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için…
Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim,
azgın bir nehir olup akmak istedim,
deniz olmak istedim,
yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim…
Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden…
Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım. Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için…
Yaşam olabilmek için…

Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış…
Sıcaktı toprak, gökyüzünün olamadığı kadar…
Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle…
Sevdim onu… Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte…
Toprağın derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim…
Zaman geçtikçe büyüdüm, çoğaldım…
Yerimde duramaz hale geldim…

Güneşi özledim… Yıldızlara merhaba demek istedim….
Terk ettim toprağı. Sıcaklığını, şefkatini.
Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü gördüm yeniden…
Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür…

Aktım, gittikçe büyüyerek… Beni sarmalayan toprağa dokunarak aktım…
Nereye gittiğimi bilemeden… Sadece yaşamı ögrenebilmek için aktım…
Benimle çiçekler açtı ağaçlarda, topraktan otlar fışkırdı delicesine…
Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana yaşam nedir diye sorduğumda…
Büyümek istedim… Daha hızlı akmak, denize kavuşmak istedim…
Aktım gökyüzünün görünmediği ıssız ormanların arasından,
yıllardır kımıldamaktan korkan taşları peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına …
Başakların rüzgârla dans ettiği ovalara geldiğimde duruldum…
Onları seyredebilmek için yavaşladım…
Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı… Rüzgarla dans mı diye?..
Cevap vermediler bana…
Denizi aradım uzaklarda, görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için.

Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken dünyaya,
uzaklarda maviliği gördüm…
Gördüm orada canlılığı, başkaldırmışlığı, hasreti…
Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak istedim…
Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi… Sevişmek istedim onunla…
Yaşamı istedim ondan…
Dokunduğumda denize, balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize… Bir oldum onunla…

Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum, okyanus oldum.
Kapladım dünyayı canlılığımla. Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım…
Derinliğin sessizliğinde güzellikleri buldum…
Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize?
Cevap alamadım…
İnsan olmak istedim… Yaşamın ne olduğunu öğrenirim diye…
Döl oldum genç bir erkeğin ateşli vücudunda…
Yıldızlı bir gecede can oldum bir dişiyle…
Büyümeye başladım içinde olduğum insana fark ettirmeden…
Büyüdüm, büyüdüm…

Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur verdi…
Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim…
Güneşe sarılmak istedim… Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim…
Yaşamı insanlara sormak istedim…
Işıkla tekrar kavuştuğumda özgürlüğümü hissettim yeniden…
Küçük bir su damlasıyken gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi…

Büyüdüm zamanla… Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte…
Sordum insanlara yaşam nedir diye?..
Cevap veremediler…
Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime…
Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak,
bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini…
O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR…
SADECE SEVGİ.





BENİM SENİ BEKLEDİĞİM KADAR

Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı maç. Tribünsüz, minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece.. O kadar yakındılar.

Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda.. Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini.. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler.. Kız gülümsedi.. Delikanlı çok popülerdi o yıllarda..

Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kızda ondan hoşlanmıştı.. Belki delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti.. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlı da yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.. Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü.. Kız da gidiş gelişleri fark etmişti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar..

“Anladım” der gibi bir gülümseyişti bu.. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü.. Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar şirini kızı görmek için.. Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu..

Dahası..

Ankara Koleji’nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için.. Karşılaştıklarında, hafif, çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı..

Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı.. Kız bu defa, iyice gülmüştü.. Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce..

Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı.. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu.. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü.. Kaptan, “tabi” dedi.. “Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız..”

“Mutluluk işte bu olmalı” diye düşündü delikanlı.. “Mutluluk işte bu..” Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı.. Konser gününü de hiç, ama hiç unutamadı..

O ne heyecandı öyle.. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar.. El sıkıştılar.. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar güzeli kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı.. Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu.. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken ki, o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya, o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde.. Ama uzatamıyordu işte elini.. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki.. Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı.. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu.. Kızın omzuna değil.. Koltuğun üzerine.. Sonra kız arkaya yaslandı.. Birkaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu.. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artık genç adamın.. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü.. Konserden çıkarken, kız, şakalaştı.. “Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık neredeyse. Yarın Adana’ da maçımız var. Gözlerimiz sizi arayacak.”

Hayır aramayacaktı..

Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana’ ya kadar götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı.. Gece yarısı kalkan otobüse bindi.

Sabah erkenden Adana’ ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en ön sıraya, tam servis köşesine en yakın yere oturdu.. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii.. İlk sette kız farkında bile değildi onun.. Nerden olsundu ki.. İkinci sette öbür tarafa gittiler.. Döndüklerinde, üçüncü sette kız farketti delikanlıyı.. Yüzünde çok, ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.. Ankara’nın, hele kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu.. Maç bitti.. Kız soyunma odasına, delikanlı garajlara gitti. Tek kelime konuşmadan.. Konuşmaya gelmemişti ki..

Kız, “keşke orada olsaydın” demişti. O da olmuştu işte.. Hepsi o.. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında..

Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfadaki bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe.. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki.. Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı.. Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için.. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. “Bu sana” diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan; kız, Necip FAZIL’ ın dizelerini okurken..

“Ne hasta beklerdi sabahı,

Ne taze ölüyü mezar,

Ne de şeytan bir günahı;

Seni beklediğim kadar!..”

Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolejin önündeydi gene.. Kız karşıdan geliyordu.. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı.. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya.. Gözlerine inanamadı genç adam.. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa.. Evet, çağırıyordu işte.. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken.. “Sana bir şey söylemek istiyorum” dedi kız.. O da heyecanlıydı, belli..

“Bak, iyi dinle! Dünkü satırlar için çok teşekkürler.. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar vermedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma.. Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok.”

“O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni” dedi, delikanlı ikiletmeden.. Ayrıldı kızın yanından.. Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan.. Bir daha onu hiç görmeden..

Yıllarca sonra Levent YÜKSEL’ in söyleyeceği şarkıdaki Sezen’ in sözlerini o, o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı.. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi.. Heyecanla bekledi.. Hırsla, arzuyla bekledi.. Umutla, umutsuzlukla bekledi.. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi..

Bir gün, bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu.. İki dörtlüktü şiir aslında.. İlki, kıza verdiğiydi.. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar.. O dörtlüğü de bir kartın arkasına yazdı.. Cebine koydu..

Bekleyiş sürüyor, sürüyordu..

Okullar kapandı, açıldı.. Aylar, aylar geçti.. Bir gün delikanlı, kızı aniden karşısında gördü.. “Günlerdir seni arıyorum” dedi kız.. “Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber! Artık hayatımda hiç kimse yok.” “Yaaa” dedi delikanlı.. “Yaaa” dedi sadece.. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı..

“Yaaa!..” Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza.. “Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün” dedi.. “Bu da sonu onun..” Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan;kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken..

“Geçti, istemem gelmeni;

yokluğunda buldum seni.

Bırak vehmimde gölgeni,

gelme artık neye yarar!..”

Aradan yıllar, çok, ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor..

O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını.. Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini canlı tutmak için mi canlısını silmişti yani..

Ya da.. Ya da..

Bir şiiri romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğun üzerinden öylece yürüyüp gitmişti acaba..

Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hala bilmiyor..

Bilmediğini de en iyi ben biliyorum..

Çünkü, o delikanlı..

..bendim!..

HINCAL ULUÇ





BIRAKIPTA GİDENE

Burnu bir karış havada, gözü
yükseklerdeydi ben onu sevdiğimde.
Hele hele benim aşkımı
yerden yere vurup,
nasıl kırmıştı kalbimi zalim.
Dudaklarından dökülen acı sözleri;
öyle ki, bugün bile unutamadım.
Ne tebessümdü o , zehirden beter.
Her olayda içim paramparça,
gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olurdu.
Yorgun düşerdim onsuz geçen,
onunla dolu, koyu siyah gecelerden.
Pişmanlıktan kendime lanetler eder,
sevgimi söylediğim günü düşündükçe,
kaleme sarılıp yazardım ona nefretin
aşkla kucaklaştığı o uzun mısralarımı.
Derdim ki; alın yazımdı,
onbeşimin çocuksu aşkıydı.
Nasıl da gülerdi canı istedi mi…
En anlamlı bakışlarıyla önce ümitlendirir,
ardından bir uçurumun kenarına
yapayalnız bırakır giderdi.
Ben çaresiz, ben yorgun,
ben bıkkın bu sevdadan.
Ah bilirdi o insafsız,
diri diri yanardım o böyle yaptıkça…
Şubatın buz gibi kasvetli soğuğunda;
onda ne bulduğumu bugün bile bilemem.
Ama o günlerde hayatımın amacı,
varolma gibi gelirdi bana.
Çocukluk mu, yoksa gençliğimin
safça tutkusu muydu bu
kölesiye bağlanış,
içten içe kopan fırtınalar,
bu delice yakarış?
Kimbilir, belki de
sevilmeye muhtaç bir kalbin
bitmek bilmeyen kaprisi…
Ondan hiçbir şey istememiştim.
Sadece sevgi…
Evet, şimdi yıllar sonra ben,
onu düşünüyorum ilk defa
kucağımda resimler, hatıralarla.
Hava yine soğuk, yine kasvetli
gözleri gözlerimde yine
sevgi, derin yüreğimde.
Unuttum sanırdım, meğer aldanmışım,
ağladım saatlerce.
Bu onun “ölüm yıldönümü”dür.
17’sinde toprakla kucaklaşan,
o zalimin hikayesidir anlatılan.
Bir melodidir kırık, umutsuz…
Doldururken sensizlik o an odayı
gönlüm hala boş, kafam yine dumanlı.
Bir feryat yankılanmıştı acı dolu
tam 15 yıl önce bugün bomboş kırlarda.
Deli gibi koştum sınıfa, sırası boştu.
Benim kadar çaresizdi her köşe.
Kendi kendime konuşarak
yaklaştım sırasına;
“Sen ölemezsin; canımsın, sevgimsin, emelimsin
Dileğince nefret et, alay et duygularımla Kızmam sana
Ama ne olur bir yalan olsun, acı bir şaka.
Evet, evet beni üzmek için yapıyorsun.
Herşeyini özledim…
Allahım son defa göreyim yeter bana”
Bu sensiz yakarış defalarca sürmüştü
ta ki, ölümün o sinsi kokusunu
içimde duyana kadar.
Hıçkıra hıçkıra ağladım,
sıraya kazıdığın ismini öptüm.
Sonra, ona ait birşeyler bulmak için
aradım her köşeyi…
Yalnızca buruşturulmuş bir sayfa,
rengi solmuş.
Yazı, onun yazısı.
Bir mektuptu, özenilerek yazılmış,
belki de çok emek verilmiş her satırına…
Çok şaşırdım, mektup bana hitabendi.
Korkakça, kaybolmasından korkarak,
acıyla okudum her cümleyi
kalbimde büyüyen bir özlemle…
Hele hele o ilk satırı…
Öyle ki, bugün bile unutamam,
okudukça ağlarım.
“İnsan sevdiğini yerden yere vururmuş
bir tanem, AFFET BENİ !!!…”




BASİT YAŞAMAK

 

Mesela susayınca su içecek kadar basit. Dört çıkacak ikiyi ikiyle çarptığında,
Tek düğmesi olacak elindeki cihazın; tek bir düğme tek bir cümle gibi; sevince lafı
dolandırmadan söylediğin “seni seviyorum” gibi.

Basit bir öpücük yetecek sana; basit sıcak bir öpücük ve o öpücükle dolacak tüm günlerin
tüm düşlerin. O öpücük için yapacaksın hayatın kavgasını, o öpücük için yiyeceksin hayatının
dayağını.

Kabak çekirdeği verecek sana rakamların veremediği mutluluğu. El yazısıyla
yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak en değerli kağıdın; hep yanında taşıdığın
atmaya kıyamadığın. İki harekette giyiniverecek, iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak uyanman ve yola çıkman arasında geçen süre; kısacık olacak kollara,
dolanman ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını; bakışların bile anlatabilecek kendini.
Beklentilerin de basit olacak. Kaf dağının önünde bekleyecek mutluluklar. Bir ıslıkta
bulabileceksin en uzun dostluk romanını; ya da bir damla gözyaşı anlatacak
sana en ucuz aşk romanını.

Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini. Zafer işareti yapacaksın
tuvaletten çıkarken. Bir kaşarlı tost olacak aradığın. Nasıl oturacağını bilmediğin sofrada;
parmakların olacak en kıymetli çatalın. Yine aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.

İskenderin kılıcı duracak avukat rehberinin yanında. Bir filarmoni orkestrası veremeyecek
sana kontraplak bir gitarda, doğru basılmış bir “fa diyez”in mutluluğunu. Makyajın ilk “a” sına
kadar bilmen yetecek. Temizlik kokacak en pahalı parfümün.

“Bilmiyorum” diyebileceksin bilmediğinde ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.
Tek dereden su getirmen yetecek, bir “istemiyorum” diyebilmeye. Ne durduğu farketmeyecek
abanın altında.

Saatin sadece saati göstereck; telefonunu, sadece telefon etmek için kullanacaksın. Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan. Basit yaşayacaksın, basit. Sanki yaşamın birgün sona erecekmiş gibi basit…


SEN GİTTİN

Sen gittin.. Bir zifiri karanlık, bir zından yalnızlığı, ağır bir boşluk bıraktın geride. Gittin ve dönmeyeceksin bir daha. Tek söz söyleyemedim. Yüzüne bakamadım. Karşında ağlamadım. Eridim, tükendim, bittim. Sonsuzlukta bir insan nasıl olur.. sesi soluğu nasıl duyulur?

Sen kendini hiç böyle gereksiz, böyle değersiz, böyle yapayalnız hissettin mi? Ayrılık ölüm kadar acı ve soğuk.Aynalara bakıyorum. Aynada gördüğüm ben değilim. Gözlerim cehennem ateşi.. dudaklarım mühürlenmiş. Ellerim titriyor. Yüreğim kızgın demirlerle dağlandı. Yokluğunun bedeli çok ağır sevgilim.

Sevinçlerim, hayallerim, umutlarım, renkli dünyam elveda.. Elveda yaşamak.. Yaşamın anlamı elveda. Kimse farkında değil yokluğunun. Sensiz ne hallerde olduğumu kimse bilmiyor. Anlamıyor yitip giden bir aşkın kederini.

Düne kadar en yücesini yaşadım mutluluğun, ayaklarımın altından kayıp gidiyordu toprak, denizlerin ovaların üstünde uçuyordum. Güneş kadar yakındı bana aşk. Güneş kadar sıcak ve parlak. Bıraktın birdenbire, kanatlarım kesildi. Hızla çakıldım yere, boşluğun içindeyim, şimdi hiçbir şeyim.Oysa dünyanın en zenginiydim. Bütün çiçekler bizim için açardı, bizim için ballanırdı meyveler, ekinler bizim için bereketli, sular bizim için çağlardı. Şimdi toz duman içinde kızgın bir çöldeyim. Yönümü yolumu şaşırdım. Sam rüzgarlarına bıraktım gövdemi, sürüklenmekteyim.

Sen bensiz nasılsın, bilmiyorum. Rahat mısın, mutlu musun, bu kadar çabuk beni unutur musun?.. Nasıl birden mazi olursun?

Düne kadar gözlerinden aşkı içtiğim, dudaklarında yüreğimi erittiğim, uğruna bıçaklar çekip dünyaya meydan okuduğum ey sevgili nerdesin? Kimlesin?.. kimlerlesin?. Ben burada, terk edip gittiğin yerdeyim.


OKUYALIM UYGULAYALIM

Beş yaşında idim.
Babaannem rahmetli,pirinç ayıklıyordu.
Bir tane yere düştü.
Babaannem eğildi,aramaya başladı.
Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyor.
Çocukluk iste,’aman babaanne dedim.
Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya,yorulmaya değer mi?’
Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.
‘Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun, ‘ dedi.
‘Hiç pirinç üretilirken gördün mü?
İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar.
Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?’
Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

Aradan yıllar geçti.
Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.
Alain’in proposlarini okuyorum.
Birden irkildim.
Babaannemi hatırladım.
Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa,
bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur diyordu.
İlave ediyordu. Bir iğnenin üretiminde binlerce insanin alın teri,
göz nuru, el emeği vardır diyordu.

On dokuz yıl evveldi.
Stockholm’e gitmiştim.
Bir otele indim.
Geceydi.
Sabahleyin, traş olmak için lavaboya gittiğimde,
aynanın yanında ilginç bir not gördüm.
Lütfen diyordu, traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın.
Yanda bir kutu var,oraya bırakın.
Bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun.
Doğrusu hayretler içinde kaldım.
Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir.
Birçok eşya üzerinde’ İsveç çeliğinden yapılmıştır’ diye yazardı.
İste o ülke, kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor,
ona sahip çıkıyor,gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.

İsviçre’de zaman zaman, belli periyotlarda,
radyolar, televizyonlar, bir haberi duyurur.
Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek.
Siz lütfen hazırlığınızı yapın.
Okumadığınız,ilgilenmediğ iniz, kullanmadığınız ne
kadar kitap,dergi, gazete varsa, kâğıt, ambalaj,kutu
varsa, velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa,
kapının önüne koyun.
İsviçre’nin kalkınmasına yardımcı olun.
Fazla ağaç ziyanına engel olun.

Japonlar son derece sade, basit,yalın mütevazı yasayan insanlardır.
Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre
r uhen tekamül edememiş , hayatın manasını anlayamamış , zavallı kimselerdir.
Böyleleri ile, zavallı, evini mezat salonuna çevirmiş diye eğlenirler.
Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisi bir darboğazdan geçiyor.
İç borçlar,dış borçlar gırtlağı aşıyor.
Zamanın başbakanı meclisi toplar.
Kürsüye çıkar.
Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve su andan itibaren der,
Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları
son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka bir şey yemeyeceğim.
Su üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.
Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır.
Japonya bütün borçlarını öder.
Bu durumun toplumun bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok.
Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm.
Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazı, ne kadar gösterişten uzak…

*Gerekmediği halde elektriği yakmakla, Suyu
kapamadan bos yere akıtmakta, Gece çamurlu
ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla, Yemek
yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de
zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?

*Hayat çok ince, akil almaz incelikte ipliklerle örülmüştür.
Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki,
İlkokul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.

Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı,bir at bir komutanı,
bir komutan bir orduyu,
bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..

Maddi durumumuz ne olursa olsun, ister zengin
olalım, ister fakir, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Bunda parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.

 

Sevgi
 
Bioritim ölçer
 
Dünya haritası
 

 

http://gulgunsariyer.tr.gg

 






 
Bugün 9 ziyaretçi (131 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol